Texas doğumlu Wes Anderson sinemanın, acıları en güzel şekli ile anlatan yönetmenlerinden birisidir. Renkli dünyaların kaotik yansıması tanımına en çok yakışan isimlerden olan Wes Anderson ve Anderson sinemasını sizin için tüm yönleri ile inceledik.
Masallarda sıklıkla karşılaşılan mutlu sonlu hikayelerin tam tersi bir anlatı dünyasını izleyicilere sunan Wes Anderson, sevimli renklerin her zaman için güzel karakterler doğurmadığını en iyi anlatan yönetmenlerden bir tanesidir. Elbette kendisinin sanatçı kimliğini tanımlamak için “yönetmen” kelimesi yeterli olmayacaktır. Kendi iyi hikayelerini en iyi biçimde yöneten adam demek, Wes Anderson’ı tanımlamak için çok daha uygun olacaktır.
Çok fazla sanat eserine sahip olmasına rağmen kendisini en büyük şöhrete kavuşturan filmi Büyük Budapeşte Oteli olmuştur. Bu film sayesinde 2014 yılında düzenlenen 87. Akademi Töreni’nde 4 dalda Oskar heykelciği kazanmıştır. Türkiye gibi, bağımsız sinemanın yakından takip edilmediği ülkelerde tanınmaya da bu filmin etkisinden sonra başlamıştır.
İçerik
Film yapımcısı Wesley “Wes” Wales Anderson 1 Mayıs 1969’da Houston, Texas’ta dünyaya geldi. Babası Melver Anderson, bir reklamcılık ve halkla ilişkiler şirketinde çalışıyordu ve annesi Teksas Anne Burroughs’da hem gayrimenkul hem de arkeoloji alanında çalıştı. Anderson iki kardeşi Eric ve Mel ile büyüdü, ancak Anderson sekiz yaşındayken ebeveynleri boşandı. Anderson, ebeveynlerinin evliliğinin parçalanmasıyla başa çıkmaya çalışırken, sık sık okuldaki yanlış hareketleri nedeniyle sorunlar yaşadı.
Zamanla, enerjisini şiddet yerine sanatsal uğraşlara çevirdi. Genç Anderson kendisinin ve erkek kardeşlerinin oynadıkları filmler yönetmeye başladı ve tüm filmlerini Super 8mm kamera ile çekti. Kendisine sonralarda En İyi Özgün Senaryo dalında oskar kazandıracak olan kalemini daha o yaşlarda geliştirmeye başlayan Wes, tüm hayatını okumaya ve anlatı yapılarını çözümlemeye adadı. Hayatını sanki bir romandaki karaktermiş gibi yaşamaya başlayan Anderson, büyük ve kompleks oyun prodüksiyonlarıyla tanınan Houston’daki St. John’s Okulu’na katıldı. Okulun en tanınmış yapıtları Wes’in en sevdiği şey olan; hikayeler, filmler ve hatta TV şovları üzerine kuruluydu.
1980’lerin sonunda St. John’s’tan mezun olduktan sonra, Wes Anderson Austin’deki Teksas Üniversitesi’ne kaydoldu. Orada Anderson’un o zamandan beri yaptığı her filmde senaryo grubunda ya da oyuncu kadrosunda olan Owen Wilson’la tanıştı. Owen Wilson’ın kendi hayatında apayrı bir yeri olduğunu her röportajında vurgulayan Wes, 37 yıldır bitmeyen dostluklarının temelini henüz o günlerde attı. Anderson felsefe okuyordu ve Wilson İngilizce bölümündeydi, doğal olarak pek çok ortak dersleri vardı.
Wes Anderson’ın felsefe okuması elbette bir tesadüf değildir. Daha sonraki yıllarda yaptığı tüm filmlerde felsefik yaklaşımının sanat ile nasıl harmanlandığını görmek mümkündür. Anderson; olumlu ya da olumsuz olarak görüp görmediklerini, dünyanın gerçek anlamda yansıtılmış minyatür versiyonunu yaratma konusunda kendine özgü bir beceriye sahiptir. Bu dünyada var olan karmaşık veya basit karakterleri yaratarak, kendi dünyasına uygun hale getirerek gerçek dünyayı temsil eder.
Suç, zina, vahşet, bir ebeveynin ölümü, bir çocuğun boğulması, ani sevinç ve aşkınlık konularını sıklıkla işleyen Anderson, her zaman tozpembe görünen dünyasının içinde hiç beklenmedik anlarda kaotik bir evren kurar. Wes, gerçek hayatta oluşan duyguları alıp, basit, fiili durumlara uygulayabilir.
Sinematografisinde yarattığı dünyalar her zaman için masallardan fırlamış gibi pastel tonların ve özenle seçilmiş sevimli yaratıkların süslediği evrenlerdir. Oysa filmleri asla mutlu konuları, aşkı, barışı işlemez. Her zaman için mutluluğun içinde bir kasvet gizlidir. Görsel dili ne kadar pürüzsüz ve hoşgörülü olsa da senaryo dili her zaman için gerçekçi ve somuttur.
Başlangıçta, Bottle Rocket, Owen Wilson ve iki kardeşi Luke ve Andrew’un oynayacağı ciddi bir film olarak planlanıyordu. Fakat kendi aralarında karar vererek ciddi drama işlemenin onlara göre olmadığını fark ettiler. Böylece komediye yöneldiler ve Bottle Rocket’ın senaryosu; komedi, romantizm ve suç karışımı bir film olarak yeniden yazıldı. Andrew Wilson’un film endüstrisindeki bağlantılarıyla küçük bir bütçe toplamayı başarsalar da öngörülen uzun metrajlı film çekilemedi ve Bottle Rocket kısa film olarak çekildi.
Film her ne kadar Anderson’ın umduğu gibi olmasa da film yapımcısı Kit Carson filmden son derece etkilendi ve filmi yapımcı olan Polly Platt’a gösterdi. Carson ayrıca Anderson’u Sundance Film Festivali’ne katılmaya ikna etti. Wes’in filmi, orada coşku ile karşılaştı ve Pratt’ın bir ortağı James L. Brooks’un dikkatini çekti. Columbia Pictures’daki yeni bağlantılar sayesinde film bütçesi yeniden toplandı ve 5 milyon dolara ulaştı. Uzun metrajlı film, gişe başarısına ulaşamadı ancak eleştirmenler tarafından övüldü. Anderson ayrıca MTV Movie Awards’da 1996’da En İyi Yeni Film Yapımcısı seçildi.
Bottle Rocket’tan sonra, Anderson ve Owen Wilson ikinci bir film olan Rushmore’da çalışmaya başladılar. Hikâye, Max Fischer adlı bir ergen etrafında dönüyordu. Max’in bu filmde canlandırdığı karakter ile Anderson’ın kendi yaşamı arasında büyük paralellik bulunmaktadır.
Ardı ardına gelen başarılarından sonra Disney başkanı Joe Roth, Rushmore projesine fon sağlamayı kabul etti ve filmin son hali, BottleRocket’ten çok daha fazla gösterim öncesi reklam aldı. Film eleştiriler aldı ve geniş bir tanıtım kampanyasının konusu oldu. Yine de film geniş bir kitleyi elde edemedi ve Akademi bu filmi herhangi bir Oscar kategorisinde aday göstermedi ancak çok sayıda kritik ödüle aday gösterildi ve pek çok ödül aldı.
İndie-Wood; İndependence ve Hollywood kelimelerinin birleştirilmiş halinden oluşan bir tanımdır. Bu sözcük; hem bağımsız hem de Hollywood film kategorisinde sayılan filmler için kullanılan bir tanımlamadır. Wes Anderson İndie-Wood akımının en önemli temsilcilerinden bir tanesidir.
Bağımsız bir sinemacı olmak için ticari kaygılar gütmemek gerekir fakat bu kaygılar güdülmediği takdirde film asla geniş kitlelere seslenemez. Anderson çoğu filminin yapımcılığını kendisi yapmaya çalışsa da finansal yönden destek almak zorunda olduğu için Hollywood’a bağımlı bir yönetmen ve yazardır.
Geçtiğimiz yıllarda H&M için çektiği reklam filmi her ne kadar kendi sinematik tarzına son derece uygun olsa da, yapım şirketleri tarafından ticari ürünlerin gösterimi konusunda kısıtlanmıştır. Bu nedenle baskı altında kalan ve kısıtlanan hiçbir yönetmen asla tam anlamıyla bağımsız olamaz.
Anderson’ın tüm filmlerinde gerçek hayattan izler ve hayata dair dokunuşlar görmek mümkündür. Çoğu filminde kendi karakterinden birer parçayı izleyicilere sunar ve karakterleri kendi benliği ile özdeşleştirir. Büyük Budapeşte Oteli, sırf oyuncu kadrosu nedeniyle dahi gişe yapacak bir film olmasının yanı sıra sunduğu muhteşem konu geçişleri ve görsellik ile de her seviyeden film izleyicisinin ilgisini kazanmıştır.
Hikaye oluşturmalarında J. D. Salinger’ın 9 Öykü adlı kitabına benzer bir evren kuran Anderson, tüm yalınlığın içinde aykırı sonlarla filmlerini süsler. Onun filmleri için sürpriz sonla bitiyor demek yanlış olur ama gerçek sonla bittikleri kesindir. Salinger’ın kendi öykü dünyasında kurduğu sevimli ve ponçik evreni hiç beklenmedik bir anda ufak bir intihar ile yıkması ve okuyucu pembe renklere dalmışken aniden kan rengi ile karşılaşması gibi, Wes Anderson izleyiciye bir tokat atar ama her şey öyle renkli ve güzeldir ki ne canınız yanar, ne de tokadı kimden yediğinizi anlayabilirsiniz. Sadece şaşırırsınız.